23 Eylül 2009 Çarşamba

Terbiyenin Temeli Niyet




TERBİYENİN TEMELİ: NİYET Hak yolu kalple başlar. Kalp, karar merkezidir. Kalbin kesin kararına niyet denir. Niyet işin evvelidir. Niyet, amelden hayırlıdır. Niyet, samimiyettir. Samimiyet, bütün hayırların anahtarıdır. Yüce Allah her işimizde kalbe ve kalpteki niyete bakar. Niyeti güzel olan güzel sonuç alır; kötü olan, yolda kalır. Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v), bu konuda şöyle buyurmuştur.

"Hiç şüphesiz ameller ancak niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık bulur.

Herkese niyet ettiği şey verilir.

Kim, hicretini Allah ve Resûlü için yapmışsa, onun hicreti Allah ve Resûlü için olmuştur.

Kim de hicretini elde edeceği bir dünyalık ve evlenmek istediği bir kadın için yaparsa, onun hicreti de niyet ettiği bu şeylere olmuştur. "
1

Bu hadis-i şerif, mükellef olan bir kulun yaptığı bütün ibadet ve işleri içine almaktadır. Bu hadisin beyan edilmesine sebep olan olay da konumuz için ibretlik bir olaydır. Rivayet şöyledir:

Mekke-i Mükerreme'de adamın birisi bir kadına talip olup onunla evlenmek istedi. Kadının ismi Ümmü Kays idi. Kadın adama Medine'ye hicret etmeyi şart koştu. Adam da hicretin fazilet ve sevabına ulaşmak için değil, sırf kadına kavuşmak için Mekke-i Mükerreme'den kalkıp Medine-i Münevvere'ye hicret etti. Görünüşte bu adam da diğer Müslümanlar gibi vatanını terk etti. Fakat diğer Müslümanlar bu hicreti sırf Allah ve Resûlü için yaptılar. Adamın durumu Resûlullah (s.a.v) Efendimize sorulunca, bu hadisi beyan buyurdular. Arkadaşları ona, Allah için değil de kadın için Medine'ye göç ettiği için: "Ümmü Kays'ın muhâciri" diyorlardı.2

Herkes, amelden önce niyetine bakmalıdır. Niyet Allah rızası olmayınca, ne yapılsa boştur; sahibine faydası yoktur. Ta ki niyetini düzeltene kadar.

Hadis-i şerifte niyetin önemi şöyle belirtilmiştir:


"Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. Mümin (Allah için) bir amel yaptığı zaman kalbinde bir nur yayılır."3

Bütün arifler, bu konu üzerinde çok durmuşlardır. Öyle ki, terbiye yolunda ilerlemenin veya geri kalmanın temelde niyete bağlı olduğunu söylemişlerdir.

Büyük veli Cüneyd-i Bağdâdî (k.s), bu mühim konuya şöyle dikkat çekmiştir:

"Manevi terbiyeye giren kimseyi hak yolunda gerileten, manevi yükselmesini engelleyen ve yolunu tıkayan şeylerin çoğu, başlangıç hâlinin ve niyetinin bozukluğundan kaynaklanır."

Gavs-ı Sâni Hz.leri de bu konu üzerinde çok durmakta ve sık sık şu uyarıyı yapmaktadır:
"Sizler niyetinizi Allah için güzel yapın, her işiniz güzel olur, güzel sonuç verir. Kulun güzel niyetini Allah bilsin yeter."

Yine Gavsımız (k.s), niyet konusunda şöyle buyurdular:

"Bir insan sabah kalkınca, güzelce abdestini alsa, evinden işine giderken: "Ya Rabbi, sen Rezzâk-ı mutlaksın/bütün yaratıkların rızkını verensin. Biz çalışsak da çalışmasak da sen bizim rızkımızı verirsin. Lakin rızık için çalışmayı bize sen emrettin. Biz senin emrine uyup rızkımızı aramaya, kazanmaya gidiyoruz." diyerek niyet etse ve bu niyetle işe başlasa, bütün gün boyunca başını secdeden kaldırmayıp nafile namaz kılan kimse gibi sevap kazanır. İnsan için bunu yapmak çok kolaydır. Bu sevabı kazanmak için güzel niyet etmek yeterlidir."

Güzel niyetin güzel sonuç vermesi, amelin salih olmasına bağlıdır. Kötü amelde iyi niyet olmaz. Haram bir iş, iyi niyetle helal olmaz, yapana fayda vermez.

Münafık kimse, görünüşte güzel işler yapabilir; namaz kılar, hacca gider, sadaka verir, zikir çeker, fakat niyeti Allah rızası olmadığı için bunların bir faydasını göremez. Hatta bütün yaptıkları azap sebebi olur. Bu, münafıklığın cezasıdır.

Bir mümin, kötü bir işe niyetlense, fakat kötü işi yapmadan düşünse ve yapmaktan vazgeçse, bu davranışı kendisine bir sevap kazandırır. Günahı yaparsa, bir günah olarak yazılır. Günaha samimi olarak tövbe eden kimsenin ise, bütün günahları affedilir. Bütün bunlar, imanın kerameti ve faziletidir.

Mümin, iyi bir işe niyetlense de yapmasa, bir sevap kazanır. İyiliği yapınca, en az on sevap kazanır; bu sevap ihlasına göre yüz, yedi yüz ve daha fazlasına kadar devam eder.

Bütün ibadetlerin özü, Yüce Allah'a karşı samimiyet ve ihlastır. İhlassız amel, ruhsuz insan gibi ölüdür, faydasızdır.

Allah rızasını hedefe almayan hiçbir terbiye sistemi kulu Allah'a ve ebedi saadete ulaştıramaz.

Tasavvuf terbiyesinin hedefi, kulu ihlasa ve rıza makamına ulaştırmaktır. İhlas her işini Yüce Allah'ın istediği şekilde O'nun rızası için yapmaktır. Rıza da, Yüce Allah'ın her emrine ve tecellisine teslim olmaktır.

Bu yola Allah için girmeyen kimse, niyetini düzeltmeden bir fayda göremez. Niyeti güzel ve düzgün olan kimse, ameli az olsa bile fayda görür.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

"Allah'ın zikri ve Allah için olan şeyler hâriç, dünya ve içindekiler lanetlenmiştir." 4

Baştan sona zikir ve edeb için kurulan tasavvuf terbiyesini, nefsinin kötü arzularına ve dünya menfaatine alet edenlerin hesabını Allah görür. Bütün peygamberler ve arifler ondan davacı olur.

Bu yol, hak yoludur. Bu yol cennet yoludur. Bu yol, terbiye yoludur. Bu yol, Yüce Allah'ın yoludur. Bu yol, nazik ve kıymetli bir emanettir. Ona ihanet edenin sonu felakettir.

Tasavvuf'un Dindeki Yeri ve Önemi



TASAVVUFUN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ Din, Yüce Allah'ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah'a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.

Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını şu meşhur hadis-i şerif ortaya koymaktadır.

"Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, mescitte Sahabe-i Kiram ile oturuyordu. O esnada cemaatin içinden birisi çıkageldi. Gelen kimse, beyaz elbiseli, siyah saçlı, güzel kokulu, üzerinde yol izi bulunmayan, kimsenin de tanımadığı birisi idi. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin huzuruna kadar geldi, selam verdi, edeple önüne oturdu, ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kendisine sorular sormaya başladı. Önce:

"Ya Muhammed! Bana İslam'ın ne olduğunu haber verir misiniz? Diye sordu. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"İslam, Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna şehadet etmendir. Ayrıca namaz kılmandır, zekat vermendir, oruç tutmandır ve gücün yetiyorsa Allah'ın evini ziyaret edip hac yapmandır," diye cevap verdi. Bu zat tekrar:

"Bana imanın ne olduğunu haber verir misiniz?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"İman, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bütün iyilik ve kötülüğün bir kaderle meydana geldiğine inanmandır," diye cevap verdi. Gelen zat, tekrar:

"İhsan nedir, bana ihsanı haber verir misin?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"İhsan, Yüce Allah'ı görüyor gibi O'na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da, O seni görmektedir, bunu kesin olarak bilmendir," buyurdular. Gelen zat:

"Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber verir misiniz?" diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"Bu konuda soru sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir, ben bu konuda kesin bir saat söyleyemem," buyurdular. Fakat bu zatın sorusu üzerine kıyametin bazı alametlerinden haber verdiler. Bu soruları soran zat izin isteyip kalktı, cemaatin içine daldı, bir anda gözden kayboldu. Sahabe-i kiram dikkatini Resûlullah (s.a.v) Efendimiz'e çevirmişlerdi. Bir ara Efendimiz (s.a.v):

"Şu soru soranı bulup bana getirin!" buyurdular; Sahabe geleni aradı, fakat bulamadı. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"O Cibril'di; size dininizi öğretmeye geldi," buyurdular.5

Demek ki Cebrail (a.s), kendisi bir şey öğrenmeye değil, bu yolla insanlara dini öğretmeye gelmişti. Onu, Peygamber (s.a.v) Efendimiz'e Yüce Allah göndermiş, onunla dinin aslını bizlere öğretmiş ayrıca Sahabe-i Kiram'a onu bu şeklide görme şerefini bahşetmiştir.

Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet, ahlak.

İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler. İbadetleri fıkıh alimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.

Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.

Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.

Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah'ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.

Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur'an-ı Hakim'de şöyle ferman buyrulmuştur:

"Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah'ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur."6

İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf, güzel ahlak okuludur. Kalp temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur'an'da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce Allah'ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah rızasına uymalıdır.

Allahu Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah'a gidemez, O'na dostluk yapamaz.

Allahu Teala bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur:

"Rasûlüm! De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir."7

Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen 'tabi olmak', sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber'e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve yaşantısı ile sünnet uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı zaman, Yüce Allah'a itaatini gerçekleştirmiş ve O'nun sevgisini kazanmış olur.

Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram'a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir.

Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki nesilde bir bütün olarak ele alınıyor, zâhirî ve bâtınî yönü aynı hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.

Tasavvuf'un Sistem Olarak Ortaya Çıkışı



TASAVVUFUN SİSTEM OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler ve İslam'a yeni girenlerle İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla anlatmak ve yaşatmak için alimler ve salihler büyük çabalar harcadılar.

Akaid alimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri tespite, müfessirler Kur'an'ın tefsirine, dil alimleri Arapçaya yönelip İslam'ın temel ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve Allah'ın izniyle bunda muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu alanda sarfettiler. Bu arada, insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri geliştirdiler. Bu işte, Kur'an ve sünnet esaslarına dayandılar. Sahabe-i Kiram'ın uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler. Sohbet, muhabbet, vaaz, nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi güzelliklerle gönülleri fethettiler.

İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam aleminde görülen terbiye ocaklarını ve tasavvuf okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.

Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa; hâl, maneviyat ve kalp ilmi denilen ihlas, feyiz, sevgi, ilahi aşk, göz yaşı, edep ve güzel ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak ve bizzat yaşanarak günümüze kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur'an, sünnet ve dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teala, rahmetiyle, her devirde bu dinin hem zahirî ilimlerini, hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin alemlere rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.

Üzerlerinde ilahî aşk ve güzel insanlık mucizesi gerçekleştirilen büyüt zatlar, tarihin her devrinde insanlığın yüz akı olmuşlardır. Yönünü ve sevgiyi kaybeden kitleler, onlarla yön bulmuş, huzuru yakalamış, kendini tanımış, gerçek insanlık ve edeple tanışmıştır.

Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.

Bu büyük zatların başında bulunduğu terbiye ocakları, padişahtan köydeki insana kadar cemiyetin her kesimine terbiye vermiş, halkın arasındaki fitneleri temizlemiş, aile içindeki sıkıntılara varana kadar her türlü problemi en kolay yoldan çözmüş, birlik ve dirliğin öncülüğünü yapmıştır.

Hak yolunun rehberi olan Allah dostları, bütün insanlığa rahmet olurken, tasavvufu kötü emellerine kullanmak isteyen ehliyetsiz ve kötü niyetli insanlar da çıkmıştır. Bunlara dikkat etmelidir. Bu yol, Yüce Allah'ın yoludur. Bu yolun ölçüsü, esası, usulü, edebi, ameli kıyamete kadar değişmez. Yol açıktır; usul bellidir, edep ve ahlak gizli değildir. Hâl ve gidişatı Kur'an ve sünnete uymayan kimseyi terk etmelidir. Tehlikeden kurtulmanın en kolay yolu budur.

Büyük sâdatlar, ulu ârifler edeb ve takva yolunda nasıl rehberlik yapılacağını herkese göstermişlerdir. Onları takip etmeyen kimse, yanılır, zarar eder, zarar verir.

Mânevî Silsile, bu yolun emniyetidir. Büyük zatlar bu silsile ile ilahi aşkı, feyzi, ilmi, edebi, ahlakı ve emaneti birbirlerinden alarak yaşamış ve kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Onları takip edenler, tehlikeden emin olur. Kendi başına kalan kimse, tehlike ve bidattan kurtulamaz.

Yüce Allah bu büyük emaneti bize kadar taşıyanlara rahmet eylesin, bizim adımıza onlara bol mükafat versin, onların derecelerini âli, makamlarını yüksek etsin. Bizleri onlardan ayırmasın. Âmin.

Tasavvuf'ta Yol Almak Edeple Olur




TASAVVUFTA YOL ALMAK EDEPLE OLUR Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiği hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır.

Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.

Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun ilahi huzura yükselecek hâle getirilmesi de bâtınî edepler içine girer.

Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün fikir ve fiillerde edeb abidesi, peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne elde etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.

Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):

"Edeb, aklın tercümanıdır."8 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar kıymetlidir.

Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz. İnsan bir işin usulüne göre gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir sonuç alamaz.

Allah'ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki takvadan ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf yolunda hiç bir nasibi olmaz.9

Arifler: "Önce usul, sonra vusul" demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır, yoksa yolda kalır.

Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:

"Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız."10

Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi yoktur.


Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur

Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için sevmek, Allah için vermek, Allah için yermek ve Allah için menetmektir. Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın alametidir. O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu ahlakın ihsan mertebesi olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her işte, her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala'yı zikretmekten ibarettir.

Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:

"Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne (k.s): "gaflet kadar hiçbir kötü hâl yoktur" derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. Şöyle ki, Rabbim her an her yerde beni görüyor diye düşünsün ve o konuda nefsini zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece gaflet yok olur."11

Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve tavır ister. Her söz yerinde, zamanında, gereği kadar söylenirse değerli ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı samimiyet ancak böyle mümkün olur.

Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın, her ibadet ve taatın kendine has edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl davranacağını bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç nisbetinde yapmalıdır.

İlim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple fayda verir. İbadet edeple yapılırsa Allah'a yükselir. Tövbe, edeple kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep ister, edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın önüne tek levha çıkar:



"Edep Yâ Hû!"

Muhabbet



MUHABBET Mürşidi malından, mülkünden, çoluk çocuğundan ve hatta kendi nefsinden daha fazla sevmek, ona değer vermek ve ona güvenmektir.

Bu yolun büyükleri demişlerdir ki: Gerçek muhabbet, sevgilinin arzu ve isteklerini, kendi nefsinin arzu ve isteklerine tercih etmektir. Kâmil mürşide gösterilen bu muhabbet, esasında Yüce Allah içindir. Bu muhabbet derecesine tasavvufta "fena fiş'-şeyh" denir. Manası, şeyhin muhabbetinde fani olmak demektir. Bu hâli elde eden insanın bütün arzusu, mürşidinin sevdiği şeyleri yapmak ve devamlı onun istekleri doğrultusunda yaşamak olur.

Kâmil bir mürşidin Allah rızasından başka bir arzusu yoktur. Hak yolunda ona tabi olmak Allah ve Resûlüne tabi olmak demektir. Bunun için samimiyet ve çok safi bir sevgi gerekir. Bu muhabbetin devamı ve bir ileri derecesi Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizi bütün benliği ile sevmek ve bütün davranışlarında sünnetine uygun hareket etmektir. Buna tasavvufta "Fena fi'r-Resûl" denir.

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, kendisinin ne derece sevilmesi gerektiğini şöyle belirtmiştir:

"Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, ben bir kimseye ailesinden, çoluk çocuğundan, anne-babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o kimse gerçek manada iman etmiş olmaz."18

Muhabbetin en üst derecesi, kalbi Allahu Teala'ya bağlamak ve O'na hakkıyla kulluk yapmaktır. Bütün zikir, fikir, ibadet ve hizmetlerin hedefi Allah sevgisidir. Bu doyumsuz ve ölümsüz sevgiye ulaşma hâline arifler "Fena fillah" mertebesi demişlerdir. Manası, kendi iradesini Yüce Allah'ın iradesine tabi etmek, O'nun emirlerini noksansız yerine getirmek, hep O'nun sevdiğini sevmek, ilahi sevgi içinde kendini kaybetmektir.

Mürşide muhabbet, mümine güzel ibadet yapma şevkini kazandırır. Güzel ibadet, insanı kâmil yapar. Kâmil insanın hediyesi Yüce Allah'ın muhabbeti ve cemalini seyirdir. Bundan daha büyük bir nimet var mıdır?

Şunu da belirtelim ki; muhabbet zorlama ile olmaz. Allahu Teala'dan samimi muhabbet istemelidir. İnsanın iradesiyle yapabileceği şey edep ve saygıdır. Kâmil mürşidler terbiye için edep ve saygıyı yeterli görürler. Yeter ki mürid edepli ve sabırlı olsun.

İhlas




iHLAS Mürşidi sırf Allah rızası için sevmek ve ona karşı samimi olmaktır. Bunun gereği, irşad ve terbiye için tabi olduğu mürşidine bütün varlığı ile bağlanmaktır. Şöyle ki, bütün alem gavs, kutub, mürşid ve büyük velilerle dolu olsa, mürid, hidayet ve manevi nasibinin sadece kendi mürşidinin yanında olduğunu bilmeli, kendisine sevgiyle tabi olmalıdır. Mürid, ulaştığı bütün ilahi ilim, feyiz ve nurun kendisine mürşidinin üzerinden geldiğini, Cenab-ı Hakk'ın onu vesile ettiğini bilmeli ve kalbini tamamen ona çevirmelidir. Kısaca gönlünü ve gözünü mürşidinde toplamalıdır. Şüphe müride zarar verir. Bu yolun piri Hace Nakşibend Hz.lerinin şu hâli, anlattığımız konuda güzel bir örnektir:

Hace Nakşibend Hz.leri mürşidi Seyyid Emir Külal Hz.lerinin ziyaretine gidiyordu. Yolda önüne Hz. Hızır Aleyhisselam çıktı ve Nakşibend Hz.lerini kendisiyle meşgul etmek istedi. Nakşibend Hz.leri ona hiç iltifat etmedi. Hz. Hızır (a.s) ısrar etti fakat fayda vermedi. Sonunda Hz. Hızır (a.s) kendisini tanıttı. O zaman Nakşibend Hz.leri:

"Ben sizin Hızır olduğunuzu biliyorum. Fakat size ayıracak ne vaktim ne de sevgim var. Benim bir kalbim var onu da mürşidime verdim. Başkasına verecek ikinci bir kalbim yok!" dedi ve yoluna devam etti. Mürşidinin huzuruna çıkınca Seyyid Emir Külal Hz.leri yoldaki olayı kendisi hatırlattı ve Hz. Hızır'a verdiği cevaptan memnuniyetini belirtti.

Bütün Allah dostları, hiç ayırım yapmadan Allah rızası için sevilir, bu imanın gereğidir. Ancak kalp terbiye için sadece bir mürşide bağlanır. Bu da terbiyenin gereğidir.

Mürşid'den Maksat




MÜRŞİDDEN MAKSAT Mürşide gitmekten maksat, Allah rızasına ulaşmak, kötülükten kaçmak, hasta kalbe ilaç, garip gönle gerçek bir dost aramak, kısaca manevi bir hicret yapmaktır.

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

"Fitneler etrafı sardığı bir zamanda ibadete yönelen kimse, sanki bana hicret etmiş gibidir."12 buyuruyor.

Bir mürşide giden kimse, fitneden kaçıp hak yolundaki cemaate koşmakta, isyandan kaçıp takvaya sarılmaktadır. Bu, Allah ve Resûlü için yapılmış bir hicret çeşididir. Bu hicretin sonu Allah rızasıdır.

Kâmil mürşid yeryüzünde en şerefli, en kıymetli, en gerekli ve en zor işi üstlenmiştir. O aynı zamanda en büyük bir emaneti taşımaktadır. Çünkü kâmil mürşid Hz Peygamber'in (s.a.v) varisi olarak takva imamlığını ve insanları terbiye işini yürütmektedir.

Mürşide gitmenin en önemli hedefi, bu iman ve irfan kervanına katılıp imanımızı muhafaza etmektir.

Büyük veli İmam Kuşeyri (k.s), mürşidin gerekliliği hakkında şöyle diyor:

"Hakkı arayan kimse, bulunduğu yerde kendisini irşat edecek bir kimse bulamadığı zaman, irşatla görevli zamanının mürşidine gitmeli, onun bulunduğu yere hicret etmeli; yanında kalmalı, terbiye olup kendisine izin verilene kadar kapsından ayrılmamalıdır."13

Takva yolunda imam olan bir arifi sevmek ve desteklemek imanın bir parçasıdır. Şu hadis-i şerifteki müjdeye bakınız:

"Kim Allah yolundaki bir imamı desteklemek ve yüceltmek için yanına giderse, o kimse Allah'ın himayesinde olur; bu uğurda göreceği her sıkıntının sevabını Allah verir." 14

Allah için Çıkılan Yolun Sonu Cennettir

Bir Allah dostunu ziyaret etmenin ilk faydası, Allah için sevginin ve ziyaretin sevabına ulaşmaktır. Allah için sevilen bir Müslüman kardeşi ziyaret etmenin hediyesi ilahi muhabbet ve Cennettir. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu konuda şu müjdeleri vermiştir

"Size Cennet ehli olanlarınızı haber vereyim mi? Bir şehrin (memleketin) öbür ucunda bulunan din kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse Cennetliktir." 15

"Allahu Teala buyurur ki: Benim için birbirini sevenleri, birbirini arayıp soranları birbirini ziyaret edenleri, birbirine ikramda bulunanları, bir araya gelip meclis kuranları muhakkak ben de severim." 16

"Kim bir hastayı ziyaret ederse veya Allah için sevdiği bir kardeşini ziyarete giderse, görevli bir melek yoluna çıkıp: Güzel bir iş ettin, bu yürüyüşün hoş oldu, Cennette kendine bir ev hazırladın, sana müjde olsun! diye seslenir."17

Allah için sevginin ve ziyaretin bundan başka bir hediyesi olmasa bile, bu kadarı insana yetmez mi? Allah'ın bir kulunu sevmesinden, ondan razı olup cennet ve cemalini seyretme nimetini vermesinden daha güzel ne vardır?

Hele bu ziyaret edilen kimse, hâlkın irşadı ile görevli bir Allah dostu olursa, ziyaretin fazilet ve bereketi daha fazla olur.

Allah dostu deyince, hemen keşif ve keramet aranmamalıdır. Kâmil mürşidin en büyüt alameti Kur'an ve sünnet ahlakı üzere yaşamasıdır. Havada uçmak, suda yürümek, ateşi yutmak, bir anda dünyanın öbür ucuna gidip gelmek gibi şeyler, veli olmak için şart ve lazım değildir. Allah'ın izniyle bunlar mümkün şeylerdir, fakat bu tür şeyler velide bulunmadığı zaman, o bir noksanlık değildir. Velide ilahi aşk ve edep lazımdır. Buna kısaca istikamet denir.

Bir kimse bu yolun büyüklerinin elinden tutup irşat halkalarına girince, Sadat-ı Kiram'ın himmet ve tasarrufları altına girmiş olur. Bu himmet ve bereket onun kalbinde ilahi muhabbet meydana getirir.

Bunun bir sonucu olarak o kimsede günahlardan şiddetle kaçınma duygusu ve ibadetleri tatlılıkla yapma arzusu oluşur. Bu büyüklerin meclisine katılan insanın ruhu sevinir, kalbi rahatlar, gönlü huzurla dolar. İnsan Rabbül alemine kulluk yapmanın sevincini yaşar. İşte bu, Yüce Sadatların elinden tutmanın bereketiyle Allahu Teala'nın kuluna ikram ettiği bir hâldir. Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimize varis olan bu Allah dostlarının eli, Resûlullah (s.a.v) Efendimizin elini temsil etmektedir. Onlara tutunan kimse hiç kopmayan nurlu bir halkaya tutunmuş olmaktadır.

Nakşibendi büyükleri, insanın terbiyesi için üç şeyin elde edilmesini gerekli görmüşlerdir. Bu üç temel esas muhabbet, ihlas ve teslimiyettir.